Doğu Karadeniz deyince ilk akla gelen şeylerden biri kapalı hava ve yağmurdur.
Özellikle Haziran Eylül arasında sağanak yağışlar oldukça etkilidir. 1988 yılının Ağustos ayının ilk günlerinde de bolca sağanak yağışlar etkili olmuştu. 1 Ağustos gecesi başlayan yağışlar ilerleyen saatlerde etkisini iyice artırmıştı. Yağışlara şimşek ve gök gürültüsü de eşlik ediyordu.
Giresun ve çevresinde etkili olan yağışlar Gümüşhane’nin bir kısmında da oldukça etkili olmuştu. Dandılıların yaylalarından biri olarak bilinen Kekre yaylası Gümüşhane toprakları içerisinde olup şiddetli sağanak yağışlardan nasibini almıştı.
Bir yamaca kurulu olan Kekre’de bazı evlerin arka kısımları toprağa temaslı olarak inşa edilmişti. Mollalıoğlu Guriş Hakkı Yazıcı’nın evi de bu tarzda yer eviydi. Kapıdan girildiğinde evin arka duvarı toprağa dayalı idi. Evin içinde ocaklık olup soba kurulmasına gerek kalmamıştı. Evin bir bölümü set dediğimiz divan gibi yapılmış alandı. O sene ilk yazda duvarı daha yeni onarmıştı Hakkı Amca. Tamir edildikten sonra yaylaya göçmüşlerdi. Hayvanları ve özellikle koyunları çok olduğu için sabah erkenden kalkıp yola koyuluyorlardı yaylaya gitmek için. Asarkaya, Başyurt, Ayderesi mezarlığı, Kabataş, Göyurt, Kertil ve ardından Kekre'ye varılıyordu.
Aşırı yağışlar nedeniyle toprak suya doymuştu. Arada şimşek ve gök gürültüsü özellikle çocuklarda korkuya neden oluyordu. Hiç durmayan yağışlar nedeniyle evin mutfağına temas eden arka duvarı iyice şişmiş ve artık suyun gücünü kaldıramaz olmuştu. Esasında evin arkası su yolu olmuştu. Sabah 05.00 sularıydı. Büyük bir gürültü duyuldu Kekre’de. Arka duvar olduğu gibi evin içine doğru yaprak gibi düşmüştü. Duvarın hepsi değil yarıdan üstü yıkılmıştı. Çatının ise bir kısmı çökmüştü. O gece ocaklığın kenarında duvarın hemen dibindeki yatakta yatan iki kız ve bir erkek çocuk ise birbirlerine sarılarak yatıp uyuyorlardı her şeyden habersiz. Muteber 13, selime 11, Sebahattin ise 6 yaşında idi. Sebahattin en küçükleri olduğu için kız kardeşleri onu ortalarına almışlardı. Evde onlardan başka kimse yoktu.
Uykuda iken felaketle karşılaşan bu üç çocuk ağır taşlardan müteşekkil duvarın enkazında kalmışlardı. Kalkmaya, enkazdan kurtulmaya çalışmışlardı ama nafile. O küçücük bedenleri taşların ağırlığını kaldıramamıştı. Sonra kendilerini bırakmak zorunda kalmışlar, güçleri yetmemişti. Korkulan olmuş ve bu üç çocuk nefes almayı bırakmışlardı.
Mollalıoğlu Hakkı'nın sekiz çocuğu olmuş, bunlardan üçü daha doğarken hayatını kaybetmişti. Üç çocuk ise şimdi enkazda kalarak terki dünya etmişlerdi. Anneleri çocukluğunda Asarkaya’da dururken bir gün ahşap köprüden geçerken aşağı düşüp sırtını taşa vurmuştu. 6-7 yaşlarında imiş köprüden düştüğünde. Doktora gitme imkânları olmadığı için evde tedavi uygulanmıştı kendisine. Bu yüzden de yeterli tedavi olamadığı için özürlü olmuştu artık. Hakkı ile evlendiğinde de özürlü olarak gelin olmuştu. Ancak zaman ilerledikçe sırtında kırılan kemikler erimeye başlamış ve bir müddet sonra kemik kanserine dönüşmüştü. Ve daha gencecik yaşta, 34 yaşında bu dünyadan göçüp gitmişti.
Ve şimdi Hakkı eşinden sonra üç çocuğunu da kaybetmişti ama henüz habersizdi bu durumdan. Çünkü köyde işleri olduğu için başlarında büyük oğlu Necmi'yi bırakarak köye gitmişti. Sıkı sıkıya tembih etmişti oğluna. Çocukların her attığı adımdan, maldan, melalden haberin olsun demişti. Hakkı köye gidince Necmi de Kekre'den Atkoyağı yaylasına düğün için araba kalktığından dolayı arabaya binip oraya gitmişti. İmamoğlu Mehmet'in oğlu Ahmet'in düğünü vardı o gün ve hava mis gibi güneşli idi. Düğünden sonra ise tekrar Kekre'ye dönmeyerek köye gitmişti.
Yaylada kalan çocuklar ise yeni evlenen ve Bursa'da ikamet eden ablalarının geleceğini düşünerek hazırlık yapmışlardı. Güzel şeyler pişirmişlerdi. İçlerinde ablalarını görmenin heyecanı vardı. Köye daha yeni inen Hakkı ise oğlu Necmi'yi karşısında görünce niye köye geldiğini, çocukları niye yalnız başına bıraktığını söyleyerek kızmıştı ona. Hatta bir tokat atmıştı da. Akşam eve geldikleri gece yağmur başlamıştı. Tabi o gece yaşanacak olanlardan bihaber şekilde.
Ertesi gün hava pek iyi görünmüyordu ama onlar ormana odun kesmeye gitmişlerdi. Hem odun kesip hem de keyifli türkü söyleyen Hakkı'nın bir anda içine daralma girmişti. Ne olduğunu anlayamamış ve oğluna dönerek:
Oğlum hadi eve gidelim demişti. Yolda bir müddet yürümüşler ve eve yaklaşmışlardı. Kekre'nin ileri gelenleri yaşanan olayları köydeki ailesine bildirmek için Ali Şıhgilin İsmail Güzel ile Mineş'in oğlu Hacı Mehmet'i görevlendirmişlerdi. Bu kişiler köye geldiklerinde yolda Hakkı ve oğlunu görmüşlerdi. Hakkı Dayı, Hakkı Dayı diye çağırmaya başlamışlardı. Hakkı onlara dönüp bakınca: Büyük kızın çok hasta acilen yaylaya gitmen gerekiyor demişlerdi. Hakkı bu durumdan işkillenerek ayrıntılı bir şekilde onlara soru sorup ağızlarından net bilgi almaya çalışmıştı. Onlar da öldüğünü söylememişlerdi. Dönemin Belediye Reisi Şenol Tekin köye bir araba göndermişti. Köyde herkes duymuştu o olayı. Sonra Hakkı ve oğlu çarşıya inerek Katipgilin Hüseyin'in minibüsünü bulmuşlardı. Kavraz yönünden yol kapalı idi. Örümcek ormanları üzerinden gitmeleri gerekiyordu ve öyle oldu. Minibüs dolu idi. Arabada Gotbaş’ın İsmail Yahşi, Emir'in ibram Yazıcı, Hafız Ahmet Günay gibi birçok kişi de vardı. Rahmetli kasabın Lütfü Patan Necmi'ye dönerek: Üçü de ölmüş mü demişti. Necmi ise, kim ölmüş diye sorunca kendini toparlamış, pot kırdığının farkına varmıştı Rahmetli Lütfü Patan. Araba Asarkaya'ya kadar gitmiş daha da gidemiyordu. Yol aşırı yağıştan bozulmuş ve hep kanal olmuştu. Benim daha gitme şansım yok demişti şoför. Yürüyerek yaylanın yolunu tutmuşlardı yolcular. Yaylaya vardıklarında Emirgilin kapısı ana baba günü gibiydi. Hakkı uzaktan kalabalığı görünce hemen durumu anlamış ve bağırmaya başlamıştı. Çok hasta olduğu söylenen büyük kızının öldüğünü düşünmüştü. Oraya vardıklarında evin yıkıldığı gibi konular konuşuluyordu. Hakkı büyük çocuğunun cansız bedeni ile karşılaşacağını umurken bir de ne görsün. Üç çocuğunun cansız bedeni kardeşi Mehmet'in evinin içindeki setin üzerinde yatıyordu. Öyle bir ağlamış, öyle bir ağlamıştı ki sanki tabiat bile acımıştı onun acısına. Onu teselli etmeye çalışıyorlardı. Ama büyükten küçüğe herkesin gözü yaşlı idi.
Sonra Gümüşhane’den savcılar gelmişti. Otopsisi yapıldı çocukların. Herhangi bir kasıt olmadığı, doğal felaket sonucu hayatlarını kaybettikleri kanaati yazıldı tutanaklara. Yıkadılar üç çocuğu. Çarşıdan getirilen kefenlere sardılar. Sonra cenaze namazını kıldılar sabilerin. Çok kalabalıktı cenaze. Eşinin ardından şimdi de üç çocuğunu da kara topraklara vermişti. "Veli yanı" denilen mezarlığa defnedildi çocuklar. Üç mezar yan yana idi ve ortalarında Sebahattin vardı tıpkı yatakta can verirken ki halleri gibi.
Çocuklarının ölümü Hakkı da öyle yaralar açmıştı ki ömür boyu her aklına geldiğinde ağlayacaktı. Boynu bükük biriydi ve şimdi bükük boynu daha da bükülmüştü. Tutunacak dalı kalmamıştı. O bütün bunların takdiri ilahi olduğunu da biliyordu. Kaderim böyle imiş diyordu. Derdini yalnız Allah biliyordu şimdi. O yıl 40-50'den fazla olan koyununu satarak yaylayı terk etti. Durdukça acılarını depreştirecek bir yerde durmazdı artık.
Okunma Sayısı: 570